Beşiktaş escort Etiler escort Nişantaşı escort
25 Mayıs 2023 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
19,9295
21,4202
1.245,68
25 Mayıs 2023 Perşembe
Evlenirken çiftlerin temel niyeti, kendisine saygı duyulan bir ortamda, aradığı nitelikte bir insanla hayatını sürdürmektir. Bunun yolu da ‘saygın bir evlilik’ten geçer. Peki saygın bir evlilik nasıl olur/olmalı?
Geçen gün evlilikle ilgili yapılan anketlerden birine rastladım. Geniş çaplı ankette çiftlerin evlilikte birbirlerinden beklentileri konu edilmişti. Bana göre kilit sorulardan biri ilişkilerde her zaman tartışılan “Sevgi, saygı ve fedakarlık” davranışlarını içeren soruydu.
“Evlilik birliğinde hangisi olmazsa, diğer üçünün de bir önemi yoktur?” sorusunun şıkları şöyleydi:
-Sevgi
-Saygı
-Fedakarlık
-Birey olmak
Geniş bir kitle “Saygı” şıkkını seçmişti.
Yani “Eşler arasında saygı olmazsa diğer üç seçeneğin bir önemi yok” demiş çoğunluk! Bu sorunun bize verdiği net yanıt çoğu insanın, evlilikte saygı arıyor olmasıydı.
Bu soruda ve en çok da seçilen bu şıkta takılı kaldım. Özellikle iki hecelik “saygı” şıkkı üzerine kitaplar dolusu yazı yazılabilir. Hele ki konu “evlilikte saygı’ ise… Bu sorunun ardından ben de kendi kendime şu soruyu sordum “Saygı istiyorum ama saygın bir evlilik nasıl olmalı?”… Bu anketin çözümlerini okurken “Evlilik birliğinde hangisi olmazsa, diğer üçünün de bir önemi yoktur?” sorusuyla birlikte kendime sorduğum bu soru üzerine düşündüm ve aldığım notlar aşağıdaki yazının gövdesini oluşturdu. Bana göre hem ankette sorulan sorunun hem de verilen cevabın güzel bir çözümlemesi oldu. Hem de başlıkta sorduğum “Saygın bir evlilik nasıl olmalı?” sorusunun da cevabını barındırıyor.
********
Saygı bazen korku ile karıştırılıyor. ‘Kavga olmasın, evde huzursuzluk çıkmasın’ diye eşe susmak ve boyun eğmek saygının evlilikteki tanımı değil. Genellikle saygılı değil, korkakça davranan eş, eşine saygı duyduğunu sanıyor. Evlilikte istenilen ya da beklenilen saygı bu olmamalı kanaatindeyim. Bu aslında korkarak hareket eden kişinin bireysel olarak gelişimini yeterli ölçüde tamamlamadığını gösteren bir tutum.
Eşin parası var, imkanları var, eşin eşe sağlamış olduğu kolaylıklar var fikriyle susuluyor. Evliyim, çocuklarım var, evde sıcak bir kap yemek var, çamaşırım yıkanıyor fikri ile susmak saygı değildir. Karşı tarafa birey olduğunu gösteremezsen, onun istediği kalıpları kabul etmiş ve kendi öz benliğini ötelemişsin demektir ve bu tutum yanlıştır.
Eğer karşı gelir, kendisi gibi davranırsa bu imkanları kaybetmekten çekiniyor çoğu insan. Evlilik biterse gidecek yeri olmayan özellikle kadınlar, boyun eğip, susmayı, karakterlerini bastırmayı saygı olarak görüyorlar.
Birey olmamış kişi varlığını geri planda tutuyor diye, eşine saygı gösteriyor diyemeyiz. Bu tarz evlilikler özü itibariyle saygılı evlilik tanımının dışında kalır.
Eğer saygının kökeninde birey olduğumuzu kişiye göstermek varsa, birey kendi tercihleri ile karşı tarafa saygılı davranıyorsa bu ilişki saygıyı kapsıyordur. Eşi karşısında korku ile davranış sergileyen kişinin aslında bireyselliği ezilmiştir, korktuğu herhangi bir sebepten dolayı eşinin istediği kişi olma rolü yapıyordur. Kendisi olamamıştır.
Bastırılmış bir insan sadece eşinden çekinmez. Eşinin ailesinin yanında da karakterinin dışında biri gibi davranır. Kayınvalidesi veya kayınpederinin yanında da, yine kaostan kaçarken vücut kimyası değişir. Karakter zafiyeti ile hareket ederken taklit bir kişiliğe büründüğünün farkında dahi olamaz. Dışarıdan saygılı damat veya gelin gibi görünen bir duruş sergileyen kişi, kendisi gibi davranıp taktir görüyorsa ancak o zaman saygıdan bahsedilmeli. Çekinceleri yüzünden başka biri gibi davranmak ve bunun karşısında ‘saygılı’ diye nitelendirilmek kişiliği tartışmaya açar.
Kendim gibi olamadığım yerde, birileri beni sevsin diye, eleştirmesin diye, onlara göre davranıyorsam başta kendime olan özsaygımı gözden geçiririm.
Anketin maddeleri arasında öne çıkan saygı sadece istenilen ama hayata geçirilemeyen bir seçenek olarak kalır. Oysa birey olmak şıkkı daha önemli. Şayet kendisi gibi davranıp saygı görüyor ve gösteriyorsa işte bu gerçek saygının tanımıdır. Buna göre; “Kendim gibi davrandığım yerde saygı görüyor ve gösteriyorsam bu ilişki sağlıklı ve saygılı bir ilişkidir”.
Konuyu kadın erkek ilişkisi açısından düşünecek olursak da, eşler birbirlerinin karakterlerini başta fark edip, onu olduğu her haliyle kabullenmişse ve onu olduğu gibi benimsemişse, ilişkide saygı vardır.
Evlilik üç temel ayak üstünde duruyorsa sağlam bir ilişki yaşanır. Saygı, sevgi ve güven… Sağlıklı birliktelikler bu temeller üstüne inşa edilir. Olmazsa olmaz ise, saygınlığın unutulmamasıdır. Saygı başka saygınlık başka şeylerdir.
Genellikle problemli, kendine güvenmeyen ve sorunlu insanlar başkası üzerinde baskı kurarlar. Özgüveni olmayan kişiler ilişkide olur olmadık sorun çıkarır. Karşısındaki kişiyi kendine benzetmeye çalışmak doğru değildir. “Benim istediğim gibi olursan ve itaat edersen kavga çıkmaz” tavırlarıyla eş bastırılırsa bir yerde mutlaka ilişki zarar görür. Evlilikte tarafların var oluşunu tamamlamış olmaları gerekmektedir.
Bizim ülkemizdeki aile yapısının en büyük problemi eşlerin birbirini manipüle edip kendisine benzetmeye çalışmasıdır. Bir evlilik ya da birliktelik ile hayatımıza ve dolayısıyla ailemize giren yeni ferdi kendimize benzetmeye çalışırız.
Bize benzemeye çalışan kişi, kendi özünü kaybederse buna aynılaşmak denir. Oysa ki kadın erkeğe benzerse, erkek kadına benzemeye başlarsa ortadan heyecan ve hisler kalkar. Biz hayatımıza aldığımız kişiyi olduğu gibi görüp, kendisi gibi davrandığı için beğenerek bir yola çıkıyoruz. Baskıyla kendini gizleyip istenilen şekilde davranmamak yüzünden hayal kırıklıkları yaşanmıyor mu zaten? Cıvıl cıvıl bir kadın olarak hayatımıza aldığımız kadını bastırmak neyin nesidir? Yahut durağan ya da prensip sahibi bir erkeği yaşamımıza dahil ettikten sonra aslanı kediye çevirmeye çalışmak ne derece sağlıklı bir ilişki şeklidir?
Zaten gücün çoğu erkektedir ve erkek eşine birey olma fırsatı vermelidir. Kadın mecburiyet ile evliliğini sürdürmek zorunda bırakılmamalıdır. Kadın ise erkeği pasifize etmek yerine beklentilerini karşıya da yaşatmaya meyletmelidir. Eşler birbirlerini kendi hegemonyaları altına almaya çalışmamalıdır!
“Her şeyi ben bilirim” havasında olunmamalıdır. Yapılan tüm aktivitelerde, alınan tüm kararlarda birlikte hareket edilmelidir. İncitmek, ezmek, aşağılamak iki kişide de olmamalı, hatta tam tersine var olan eksikler sevgiyle desteklenip, giderilmeye gayret gösterilmelidir.
Alay etmek, hor görmek, sindirmeye çalışmak, fikirlere önem verilmemesi ilişkiyi zedeler. Aşağıladığın eşinden bir süre sonra memnun olmamaya başlaman normaldir. Onu kendi özünden koparıp, kuklaya çevirmeye çalışmanın sonucu beğenmemek olacak. Aynı evde ya kadına benzemeye çalışan bir erkekle, ya da erkek gibi olmaya çalışan bir kadınla yaşamak zorunda kalacaksın. Bu tarz bir karşı cins kimin ilgisini çeker ki?
Halbuki onu kendimize benzetmek yerine birey olarak desteklersek, birbirimize heyecanımız hiç bitmeyecektir.
Saygın bir evlilikte eşler birbirinin özelliklerini beslemeli. Her iki kişi de his, duygu ve karakter bazında sık sık fikir alışverişinde bulunmalıdır. Düşüncelerini özgürce dile getirmesi, duygularını özgürce yaşama fırsatı verilmelidir. Kendine benzetilen eş yerine onun birey olan yönünü yaşamasına fırsat verilmelidir. Birey olamamak saygınlığı her iki taraftan da götürür.
Baskı, sindirme, korkutma gibi unsurların saygı anlayışı ile uzaktan yakından alakası yoktur. Saygın bir birliktelik için, taraflar hür iradelerini kullanabilmelidir.
6 Şubat’tan beri millet olarak kavruluyoruz!
Ölüm karşısında bizim halkımız arasında bir tabir vardır, ” ateş düştüğü yeri yakar” denir. Tanıdığımız biri vefat etmişse üzülürüz. Biz millet olarak zaten ölüme üzülürüz. Taşlaşan ve sadece dünyalık yaşayanlar hariç.
Tanımadığımız biri vefat ederse de ya “Allah rahmet eylesin” der, ya da “ölüm Allah’ın emri” deriz. Kabulleniriz. Bazen de tepki bile vermeyiz. Doğuma inancımız olduğu gibi, ölüme de inanır, öteki dünyada yeniden haşrolacağımıza iman ederiz.
Dünyadan göçene düşmanlığı olanlar, bazen de insanlığa yakışmamasına rağmen hasmının ölümüne sevinirler. Bazı durumlarda “öldü de, dünya kötüden kurtuldu” ya da ” öldü, dünyanın azabından kurtuldu” da diyebiliriz.
Herkes ölüme farklı tepki verir karakteri nispetinde.
Bu gün tam on gün oldu deprem felaketi başlayalı. Fakat bu deprem öyle böyle değildi. Tam on ili birden yıktı. Hepimizi de devirdi. Sarstı.
Üzdü.
Mahvetti!
Gözyaşına boğdu…
Vicdan ve merhamet sahibi olanlar gücü yettiği kadar koşturup durdu sağa sola. Kimin elinden ne geliyorsa o yönde yardımcı olmak için canını dişine taktı halkımız.
Mahşerin provası gibiydi duyup gördüğümüz her şey.
Tüm ülkenin kalbi orada attı. Bazı dünya ülkelerinin arama kurtarma ekipleri yetişti imdada.
Yurdum insanı cömertti yine. Yardım yağdırdı afet bölgesine. Eli hamur tutan analarımızdan tutun da, eli çamur tutan ustalara kadar herkes birlik oluverdi.
İnsanlar yürek yangınından dolayı, yemeden içmeden, uykudan kesildi.
İyiler ve iyilik durmadı! Verilen çaba taktire şayandı. Tabi kötüler de sahnedeydi her zaman olduğu gibi.
Kahrolsun kötüler.
Kimi sosyal medyada alay etti, kimi rantın peşinden gitti. Kimi siyaset yaptı, kimi olanları izlemekle yetindi. Kimi bu anı fırsata çevirdi.
Herkes kendi bakış açısının cüssesi kadar, içinde bulunduğumuz günlere kendince hükmetti. Boş konuşan, bilimsel konuşan, din adına konuşanlar oldu. Tüm basın deprem bölgesine kilitlendi. Hepimizin zaten çok iyi olmayan psikolojisi iyice beter yere serildi.
Yılmadı kimse. Tüm inançlar, ırklar kardeş oldu birleşti. Herkes doğru yanlış bir sürü fikir beyan etti. Enkazdan çıkanlar verilen yemeği “ekmeğimiz var, tokuz ” diye almadı, aç gözlüler tırları yağmaladı.
Çoğu depremzede, kameralara el sallayarak kurtuluşuna gülümsedi. Bir bebek diri diri gömüldüğü topraktan çıkınca “Allah” diye zikir çekti, anlayanlar için bu anlamlı bir nimetti! Depremde ölenler de aslında şehitti!
En çok ise, köpekler dikkat çekti. Hayvan dediğimiz, kimine de “hayvan” deyip iltifat ettiğimiz…
Öyle köpekler vardı ki, enkaz altında sahibine ağzındaki ekmeği vermek için debelendi! Bazısı yaşayan tek bir can bulmak için yıkıntıyı koklarken, enkaz altında can verdi.
Eh be dünya! Sen ne garip bir hansın böyle?
Benim aklım sırrım ermedi!
Yazacak çok şeyim var, diyecek hiç bir sözüm kalmadı…
ALLAHIN SESSİZ KULLARINDAN ÖRNEK ALIN EY İNSANLAR!
BİZ BİR BÜTÜNÜZ, YIKILMAYACAĞIZ, HER ŞEYE RAĞMEN BİRİZ. TEKİZ. KARDEŞİZ.
BİZ TÜRKİYE’YİZ.
Ve kimse unutmasın, Allah demiş ki;
Kim zerre miktar hayır yapmışsa onu görür, (Zilzal süresi 7. Ayet)
Kim zerre miktar şer yapmışsa onu görür.
(Zilzal süresi 8. Ayet)
Her kim onca cana bilerek kastettiyse, Allah zaten yanlarına koymayacak.
Sustum. Bitti.
Son sözü yine Allah söyler! Ne yapayım kalemim sivri?
Müzeyyen Eser/16. Şubat 2023 / İstanbul
Her şeyi bilmek!
“Ben biliyorum” diyenlerin asıl handikapı gizli cehalettir, her ne kadar kendileri farkında olmasalar da! Ancak çoğu bilmiş zatı muhterem, neyi bilmediğini bile bilmez genelde. Her şeyi çok bilen bu cahillik abidesi kişilik, öğrenmenin yolunu kestiğini dahi bilmeyecek kadar at gözlüğü takmıştır. Nakıstır. Tek odağı çok bilmektir. Kendini ispat etme gayretidir derdi. Atalar boşa dememiş çok bilen “yok bilir” sözünü. Burası böyle değil ama neyse! Oysa “bilmiyorum” demek, konuyu bilene teyit, bilmeyene öğrenme kapısıdır. Erdemdir. İçi dolu başakların başlarını yere eğişi bundandır. Zengin ve bir o kadar da güzel dilimiz Türkçeden bir örnek vereyim. Çoğu Türk’e sorunca kafadan ve hiç şüphe duymadan dilimi biliyorum der. Şunun ayrımını yaparsa bilmediğini fark edecektir.
Lütfen deneyin. Ama bu testi önce kendiniz bilip bilmediğinizi kontrol ederek yapın. Her açıdan gerçekten hakim olduğunuz bir konu seçin, ancak karşı tarafın bilgisini ölçmek olmasın amacınız!
Bilmediğini yüzüne vurmak da olmamalı çıkış noktası, sadece gerçek bilmeyi karşı tarafa anlatmak için güzel bir örnekleme için yapalım bu mini testi!
Türkçe biliyor musun? Kesinlikle cevap evet olacaktır. Peki, bana bir cümle kurar mısın?
Ali ata bak! Olsun cümlemiz.
Bu cümle hangi dildir, tabi ki de cevap Türkçe. Kişi bildiğinden emin, fakat siz emin değilsiniz, nasıl olacak!
Önce konuşmayı bilecek, sonra okumayı bilecek, yazmayı da bilmesi şart!
Hepsini de bildi, alkış hemen kutlayın… Kişi kendini bilge sansın. Siz zaten istem dışı gülümsersiniz. Kişi bilmiyordur, sadece bildiğini sanıyordur genelde.
Bilmenin ince bir çizgisi var o da detaylarda gizli.
Ali ata bak, cümlesini ögelerine ayır deyince ayıramazsa bence Türkçeyi bildiğini sanan biridir o sadece. Dikkat edin ilk başta kesin emindi bildiğinden. Konuşmayı bilmesine rağmen Türkçeyi tam anlamıyla biliyor denemez.
Hadi diyelim öğelerine ayırdı. Anlamını sorun. Muhtemel ki bunu da kesin bilir. Diyelim ki bu bilgiyle sınıfı geçti, kişilerle Türkçe konuştu, acaba bu dilin zenginliğini biliyor ve tüm kurallarına hakim midir sizce? Cevap yine evet ise bildiğine inanılır. Bu örnek aslında bilmenin nasıl bir portföye ve konu hakkındaki donanıma sahip olduğunuzla ilişkisini unutmamamız için verilmiş basit bir örnektir.
İlginç bir örnek daha verelim. Dinini bilen birine sorun dinin ne, velev ki Hristiyan. Kendi emin olduğunuz kurallarını sorun, bazı konuları tam bilmediğini görürsünüz.
Müslüman olduğunu iddia eden, dini çok iyi bildiğini konusunda iddialı olan biriyle tartıştığım sırada, dedim ki bana bir ayet söyleyin.
Durdu, düşündü ve dedi ki “dinimi ve Kuranı Kerimi biliyorum ben! Ama şimdi Kuran açıp bakacak ve sana ayet söyleyecek durumda değilim.” Oysa buna gerek yoktu ki. Besmelenin bilinir en kolay ayet olduğunu bilmeden dinini bildiğini iddia etmesi komiktir.
Şimdi neyi nasıl bildiğinizi tekrar bir düşünün derim. “Ben bilmiyorum!” demenin bereketini gören bir insan olarak, “bilmiyorum” deyip öğrenmeyi tercih ederken çok şeyi öğrenenlerdenim. İyi ki bilmiyorum muşum dediğim çok şey var. Bilmiyorum deyip öğrenebildiğim şeyleri öğreten kişilere minnettarım çünkü! Öğrenmeyi seviyorum ve öğrenciliğim sonsuza kadar sürsün istiyorum şahsen!
Çok bilenlere selam olsun. Ne diye bilinir ki bilene!
Bilmenin ölçütü nedir? İnanın ben bunu da bilmiyorum. Bunca bilgi kirliliği ve bu kadar çokbilmiş insan varken, bir kitapta okumuştum demeye korkuyorum. Topluma örnek teşkil eden en önemli meslek grubu yazarlar iken, çoğu yazan kişinin okumadan ve bilmediği konularla ilgili şeyleri yazdıklarına şahit oldum. Fazlaca okuyan biri olarak, okuduğum her kitabı az okuyanlara ya da okumaktan hiç hazzetmeyen insanlara öneremiyorum. Kitap okuyun demekten korkuyorum. Çünkü artık az değil, hiç okuyup, yazmaya cesaret eden insanlar, yazar kisvesi adı altında kişileri farkında olmadan zehirliyor. Hâsılı bilmek çok iddialı bir kavram. Bilmenin sonu yok! Bence herkes bilmediği konunun cahilidir. Çok bildiğini sananlara âcizane bir tavsiyede bulunmak isterim, herkes minicik had biliversin olur mu? Böylelikle gülünç duruma düşmemiş olunur…
Öğrenmek kabirde dahi bitmeyecek bir serüven, hatta öbür âlemde de mahşer hayatını öğreneceğiz! Şimdi tekrar bir göz atın bilgilerinize ve neyi ne kadar bildiğinize.
Bilgelik ayrıdır, bilmişlik ayrı.
Had bilenlerin önünde saygıyla eğiliyorum.
Müzeyyen Eser.
Ve fakat özenti ve yapay hayatlar özendirildi. Kime sorsan elit… Kime sorsan kültür abidesi, kime sorsan kaliteli kişilik, kime baksan lüks hayatını, en bilge haliyle yaşıyor. Eski deyip burunladığımız, tertemiz yaşayan insanlara hasret kaldık biz.
Elleri hamura bulaşmış, sabun kokan, kınalı saçının perçemi yaşmağından alnına düşen sabırlı kadınlar nerde? Eşini baş üstünde taşıyan, karısını hazine sayan, kadınının hatırı için savaşları bitiren erkeklere ne oldu?
Orta yaşa yaklaşmış bir sürü insan evlenmekten korkuyor. Niçin kadınlar ekonomik özgürlük derdine düşmüş? Neden zaman, para ve hayat kimseye yetmez oldu? Hırs mı, başarı mı daha önde? Samimiyet ile laubalilik neden birbirine karışmış durumda…Nerde o eski dostluk anlayışı? Ya yarın ölürsek, kim bizi iyi bilirdik diye uğurlayacak bu yalan dünyadan! Statüler, diller, ırkımız yahut dünyada sahip olduklarımız, bizimle öteki dünyaya gelebilecek mi?
Tevazu mu geçer akçe, yoksa küstahlık mı eftal!
Neden artık kimse hatalı ya da kusurlu olmayı denemiyor? Mükemmel olmak zorunda mıyız? Niye kimse kul hakkı yemekten korkmuyor?
Pizzayı lüks mekanlarda yediğimizi göstermek mecbur mu, acı soğan kuru ekmek neyimize yetmiyor. “O rahat hayat yaşıyorsa, ben neden yaşamıyormuşum” deyip, illaki birileriyle şartlarımızı yarıştırmak ve kıyas etmek zorunda mıyız?
Huzurumuzu, mutluluğumuzu ve sevgimizi akıllı telefonlarımızda resmederken mi aşkı kaybettik biz! Her yeni doğan “z kuşağı” olmak durumunda mı, yoksa biz mi şımarttık o beğenmediğimiz nesli? Ne olur bizim çocuğumuz marka kullanmasa, kıyamet mi kopar fakir ailenin evladı olarak doğsa? Bilimi çok öğrenmemiş fakat, ilim irfan sahibi olmuş o ak sakallı ermiş dedeleri ve neneleri Tik Tok’a mı kaptırdık? Hayat sadece paradan, gösterişten şatafattan mı ibaret? Bunları kazanırken ruh sağlığımızı kaybettiğimizi ne zaman fark edeceğiz biz?
Hayat üniversitesi denip basite alınan, bir ömürlük tecrübe neden hiçe sayılıyor?
Özür dilemenin, selam vermenin, teşekkür etmenin, selam vermenin, insanlara gülümsemenin erdem olduğunu neden unuttuk? Yardım etmeyi seven biri neden enayi sayılıyor. Nerde bizim imecemiz?
Nerde o toprakta didinen köylümüz! Nerde masal anlatan o tonton yaşlılarımız? Neden herkes muhteşem yaşıyor. Gülücük saçan sahte selfie resimleri yerine siyah beyaz resimlerdeki hüznü resmeden fotoğrafçılar şimdi neredeler?
Neden gülüşler yalan, bakışlar boş, göz yaşları sahte…
Herkes çok laf üretirken, neden çoğumuz üretkenliğini yitirdi. Birilerimiz diğerine benzemekten niye korkuyor, nedir bu farklı ve marjinal olma gayretimiz? Gençler neden çok isyankar? Gerçekten taktir edip, beğendiğimiz bir rol modelimiz var mı? Herkes zengin, herkes bilge, herkes eğitimli, herkes unvan sahibi, herkes çok şey biliyorsa, nerde bu özü değişmemiş saf ve doğal insanlarımız? Neden herkes bakımlı, güzel, ya da yakışıklı!
Nerde bir harf öğretenin kölesi olan hadli insanlar!
Sonra da dendi ki doğal olun. Bla bla bla…Sanırım bir ben değilim bu çağa ait hissedemeyen. Bir dilim ekmeğe yoğurt sürüp yemeyi, burnumu koluma silmeyi, taşa toprağa oturmayı özledim. Emeğe saygıyı özledim. İnsana kıymeti özledim. Ben çocukluğumu özledim. Kendimizi kaybettik ve o öz güzelliğimizi unuttuk. Yapmayın lütfen. Anam sarımsak babam soğan. Var mı itirazı olan!
Müzeyyen Eser.
Hayatım hep gözlemle geçti. Kendi çapımda araştırmalarım hiç eksik olmadı. Hümanist olduğunu iddia eden insanlar ilgimi çekse de onları da gözlemlediğim zaman bir takım insani ve dünyevi menfaati olan insanları sevdiklerini gözlemledim.
Filantrop yani insan sever olmak bile sahteleşmiş. Neden çıkarsız sevemez haldeyiz? Neden dünyevi hazlara bu kadar çok önem veriyoruz? Neden insanları olduğu gibi kabullenip, kişiyi kendi öz haliyle sevmeyi beceremiyoruz? Neden insanları oldukları halleriyle sevmeyi öğrenemedik? Neden hala beğenmediğimiz toplumu düzeltmek için, kendi nefsimizi dahi terk edemiyoruz? Ne sevmeyi biliyoruz ne terk etmeyi…
Elbette bu soruların cevapları kendimce bende mevcut. Hatta konuştuğum birçok insan da benimle aynı fikirdeler.
Kime dokunsak bin ah duyuyoruz insani ilişkilerin tamamıyla ilgili. Bundan yirmi yıl önce, en azından bu coğrafyada bizler daha natürel yaşıyorduk. İçimiz bu kadar öfke, hırs ve hınç ile dolu değildi. Kimsenin, içinde yaşadığımız bugün gibi, kendini maskelediği yoktu. Olsa dahi bu kadar küstahlık edilmiyordu. Herkes olduğu haliyle kabul görüyordu.
Çoğumuzun kahrederek yaşadığı son yıllarda, fazla özenti içinde yaş alıyoruz. Çoğumuz kendimizi, başkalarında arıyoruz ve onlara benzemek isterken kaybettik.
Genelde sosyolojik konuları ve kadın erkek ilişkilerini irdelediğim için, belki biraz fazlaca üstüne düşüyorum. Bunun sebebi yargılamak değil aslında, hepimizin şikayetçi olduğu konuları sorgulamak. Sadece, eleştiriyoruz. Sürekli kızıyoruz.
Yeni gelen nesil için, hayli endişeliyiz. Onları biz yetiştiriyorsak, önce kendimizi düzeltmek zorundayız. Ektiğimize bakmadan, biçtiğimizi beğenmiyoruz!
Kişisel olarak kendimizi sorgulamayı es geçiyoruz nedense. Doğallığımız kayboldu. Çevreme baktığım zaman hiç birbirine benzemeyen ancak tek tip, benzer modelde insanlar görüyorum. Aynı şekilde saç kestiren kadınlar, farklı ve marjinal olayım derken fıtraten değişen erkekler, aileden uzak çocuklar. Kalabalık içinde yaşayan yalnız ve kimseyi hayatında barındırmak istemeyen bir insan modeli gibiyiz çoğumuz. İnsan sosyal bir canlıyken günümüz insanı asosyal. Geçimsiz. Sevgisiz. İlgisiz. Umutsuz. Hayalsiz ve en önemlisi de güvensiz yaşıyor.
Güzellik kavramı ya estetik doktoruna çok gitmekle ilişkili, ya da çok parayla… İçsel güzelliğin kimse için neredeyse artık hiç önemi kalmadı!
Kimse kimseyi beğenmezken, herkes o kadar çok şey olduğunu düşünüyor ki, genelimiz bilge kişiliğiz ve bu konuda fazlaca ısrarlıyız.
Bizler sokakta koşup oynayan, ekmeğin üstüne yağ sürüp yiyen, marka nedir bilmeyen, burnumuz akınca kolumuza silen çocuklardık. Ne ara kusursuz olduk, ne ara mükemmelleştik, ne ara mükemmeliyetçiliği öğreniverdik?
Ya bırakalım da birileri bizi eksiklerimizle sevip kabullensin. Zengin bir adam “beni param için mi seviyorlar” endişesi yüzünden yalnızlaşmasın. Bırakın da en bakımsız halimizle sevsin biz kadınları çevremizdeki insanlar.
Kimse kimseyi o kişi olduğu için sevemediğinden mütevellit, 65 yaşında bir erkekle 25 yaşındaki bir kadın evleniyor. Olacak iş mi bu tarz sahte ve çıkara dayalı ilişkiler?
Elimizde ne varsa, hızla tüketir olduk. Tek derdimiz dünyevi hazlar. Sanki ölüm yokmuş gibi yaşamak istiyoruz hayatı.
Bugün bin emek verip aldığınız her şey, bir gün gelecek hiçbir işinize yaramayacak ki. Nedir bu hırs! Daha ölümsüzlük bulunamadı, hatırlatmakta fayda var! İnsan biriktirmek, iyi insan olabilmek daha önemli sanki! Dev aynalarını kırıp, boy aynalarına bakmayı denesek mi! Ne dersiniz?
Kafamı karıştıran şey ise, herkes aynı tarz şeylerden şikayetçi, amma velakin aynı hataları kendisi de yapıyor. Bu çifte standarttan kurtulamazsak şikayetler bitip tükenmez, sonu gelmez ki… Bize bilimi öğretmenin yanı sıra, hayat dersleri veren öğretmenlerimiz derlerdi ki, “herkes kendi kapısının önünü temizlese, mahalle, il, hatta tüm ülke tertemiz olur!” Ne kadar doğru bir bakış açısıydı. Fakat bize milenyum çağı bulaştıktan sonra, biz kendi kapımızın önündeki kirliliği bıraktık, başkalarının kirli çamaşırlarını karıştırmayı öğrendik. Keşke o eski güzel insanların, güzel düsturlarını örnek alarak yaşayabilsek yeniden. Gelecek nesile güzellikler taşısak. Ama maalesef unutturuldu, unuttuk!
Üzgünüm! Yalnızca üzgün… Tek yapabildiğim ise, doğru bildiklerimi daha fazla insana ulaştırabilmek adına, bulduğum her yere yazmak. Topluma yararlı kişilerin yazdıklarını okumak. Başka da elimden bir şey gelmiyor.
Endişeliyim. Endişeliyiz, Endişeliler!
Sonuç: Boşa çırpınış, ardı arkası kesilmez şikayetler ve mutsuzluk.
Allah sonumuzu hayretsin.
Müzeyyen Eser.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.